Yoga, Meditasyon İşe Yarıyor Mu?

Yoga, Meditasyon İşe Yarıyor Mu?

Geçen gün hocam Bora Ercan’a Instagram'da misafir oldum.    30 yıldır meditasyon ve yoga yapan, yüzlerce öğrenci yetiştirmiş Bora Hoca, “Meditasyon, yoga işe yarıyor mu Çağla?” diye sordu. Saniyenin yarısı kadar bir sürede aklıma onlarca şey geldi; zihnim aldı beni çocukluğuma, büyüdüğüm yere götürdü.   Çok sıcak bir yerde büyüdüm. Nefes bile almanın güç olduğu bir yer… Hızlı hareket edemiyorsunuz, nisan sonu-ekim başı arası hayat durma noktasına geliyor, o denli sıcak. Evimiz oldukça büyük, kocaman bir bahçenin içinde. Televizyonun İstiklal Marşı ile açılıp, İstiklal Marşı ile kapandığı bir dönem, ‘içerikler’ üstünüze akmıyor, sabahları radyo piyesi dinlemek çok yaygın, radyo piyesleri günün önemli etkinliğinden... Hayat sakin akıyor, günler öngörülebilir, yaşam rahat; lakin benim için sakinlik, rahatlık, sıkıcılıkla eş, öyle geliyor o zamanlar bana. Özellikle ergenlik dönemlerinde, genç bir sistem canlılık, hareket ve macera istiyor, küçük bir yerin sundukları ise işte yukarıda sayılanlar gibi…   Türkiye’ye gelip üniversiteye başladığımda, kendimi hayatın kucağına atıyorum. Aklımda hayatımı nasıl geçireceğime dair fikirlerim çok net. 18 yaşıma kadar yavaş ve adeta birbirinin aynısı gibi geçen her bir dakikanın öcünü almak derdim. Bir anda onlarca arkadaş ediniyorum, bir sürü kulübe üye oluyorum, her gece mutlaka bir planım var, aynı anda 3-4 kitap okumaya başlıyorum. Nasıl yaşamam gerektiğini ise bana elimdeki kitaplar söylüyor. Maceracı bir kadının hayatını okuyorsam durmadan ‘harita inceliyor’, doğada geçen bir roman okuyorsam kendimi sokak hayvanlarına adıyor, kişiliğim bukalemun gibi romandan romana renk değiştiriyor.    Bir hayatın gerçek ve ‘dikkate değer’ bir ‘hayat’ olabilmesi için renkli, hareketli, bol arkadaşlı, dışa dönük, çok yönlü olması gerektiğini düşünüyorum. Öyle böyle derken türlü koşuşturma, iş güç içinde, çoluk çocuk 35 yaşıma geliveriyorum.   Yakın iki arkadaşım bir süredir yoga yapıyorlar, eksik kalmamak ve ‘yogayı denedim’ demek için ben de başlıyorum. Yoga stüdyosunda bana yoga stillerini tanıtmaya çalışan görevliye söylediğim şey şu; ‘Yavaşlıktan hiç hoşlanmam ve işin spiritüel boyutu ile hiç ilgilenmiyorum. En hareketli ders hangisiyse ona gireyim, sadece fiziksel etki istiyorum.’ Ne demekse ‘sadece fiziksel etki’? Kendimi aklımca net olarak ortaya koymaya çalışıyorum, neyi istediğinin konusunda net ve emin ol ki, zaman kaybetme. Elbette bana verilen cevabı dinlemiyorum bile. Karşımdaki kişi benim için ‘spirütüel biri’. Onu hiç dinlemeyerek kendi alanımı koruduğumu düşünüyorum.  

Kendimi tarif etmeye bayılıyorum o zamanlar ve en sık kullandığım tarif ‘ben başladığım şeyi sürdüremem, bitiremem’. 

  Bir şeye başlamam ile o şeye başladığımı unutma sürem bir, iki ay kadar. Yogaya ise bir başlıyorum, pir başlıyorum, başlangıçta karar verdiğim gibi en dinamik yoga stillerinde pratik yapıyorum. Haftada dört yoga dersi hedefi koyuyorum kendime, ateşim çıkmış olsa da, başım ağrısa ya da kendimi yorgun hissetsem bile kendime koyduğum haftada ‘en az’ dört gün yoga hedefinden hiç şaşmıyorum. Bir keresinde ayak parmaklarımın üstüne sürgülü kapı düştü, hiç tınmadım topallaya topallaya girdim derse, gurur duyuyorum üstelik kendimle, ilk defa başladığım bir ‘şeyi’ istikrarlı bir biçimde sürdürebiliyordum. Sadece kimseye söyleyemediğim bir sorunum var, kendimi çok yorgun hissediyorum. Bir de çok çalışmama rağmen delice yapmak istediğim bazı ileri seviye yoga duruşlarını yapamıyorum. Her shavasana duruşunda ‘burada böyle yatacağımıza pozları biraz daha çalışsaydık ya’ diyorum.   Bir gün yanlışlıkla bir yin dersine girdim, sınıflar değişmiş. Girdiğim dersin yin dersi olduğunu anladığımda yıkıldım, utandığım için çıkamadım da. Hoca ‘yin yogada pozlar içinde uzun süreli kalıyoruz’ dediğinde bildiğim gerçek bir kez daha yüzüme vurulmuş oldu. Sonra başladı işte ders. Başlayış o başlayış, işte benim için asıl hikaye o dersle başlamış oldu. Öncesi teaser’mış.  

İnsanın unutamadığı saatlerin olması, aradan yıllar geçse bile o anki deneyimlerini hatırlaması çok kıymetli. 

  Geçmişi hatırlarken olayın kendisine ne kadar sadık kalıyoruz bilemiyorum. Ama işte bazı anlar, aradan yıllar geçse de bizim için canlılığını net olarak koruyor. O yin dersi beni aldı, ağustos böceklerinin eşlik ettiği sarı sıcak çocukluğuma ve ilk gençliğime götürdü. Büyümeye çalıştığım o adada dünyanın dışında kalmış gibi hisseden o yeni yetme halime. Hareketsizlik benim için hapishanede olmak gibiydi. Yaşadığım o küçük adada her gün aynı insanları görmek, aynı şeyleri yapmak, insanın başına yeni, değişik, heyecan verici bir şeyin gelmeyeceğinden neredeyse emin olması, beni tüm hayatım boyunca taa ki o ‘yin yoga’ gününe kadar hiç durmadan hareket içinde olmaya zorlamış.   

Hareketsiz kalırsam tekrar hayatın dışında bulurum kendimi diye korkmuşum… Ancak hareket içinde, insan içinde, devamlı dış uyarıcıların etkisi içinde yaşadığını hissedebiliyormuşum…

  Yin yoganın bende araladığı kapı ise bir yoga pozunda belli bir süre hareketsiz kalındığında ve dışardan bakıldığında hiçbir şey yapmıyormuş gibi göründüğünde bile bedenin ne denli yoğun hissettiği oldu. Elimizin, kolumuzun, bacağımızın, gövdemizin, kalçamızın yaptığı hareketleri çok yavaşlattığımızda, hatta tüm bedenimizi hareketsiz bıraktığımızda göremediğimiz kaslarımızın, organlarımızın hatta belki de bir çırpıda adını bile sayamayacağımız tüm vücut sistemlerimizin ‘hareketlerine’, ‘hislerine’ tanıklık etmek benim için tamamen yeni bir deneyimdi. O ilk derste elbette hissettiklerimi adlı adınca tarif edememiştim, tek söyleyebildiğim şey, ‘kendimi çok rahatlamış hissediyorum’ demek olmuştu. Şimdilerde yavaş yavaş anlıyorum ki aslında bedenimdeki hisleri fark etmek, o sadece olma halinde kalmak beni bir anda özgürleştirmiş. Hayatın bir parçası olma adına devamlı bir şeyler yapma, devamlı üretme çabası bir anda yakamdan düşüverdi ve sadece bir pozun içinde kalarak ‘ben varım’ diyebildim.   Sanırım zihnimizde çok fazla kalıplaşmış cümle var. O cümleleri hayatımızın bir döneminde bir şekilde edinmişiz. Belki de o dönemde bizim için işe yaramış, bizim o andaki ruh halimizi, zihinsel halimizi isabetli bir biçimde tarif etmiş. Biz ise hiç bu anki halimize, ihtiyaçlarımıza bakmadan bu ‘dönemlik’ tarifleri alıp kendimize daimî kişilikler çizmeye çalışıyoruz. “Ben yavaşlıktan hiç hoşlanmam, ben yalnız kalmayı sevmem, ben oyum, ben şuyum...”    18 yaşında küçük bir adadan dünyanın en büyük metropollerinden birine gelen genç bir kızın hayatla ilgili söyledikleri, hayata karşı yaklaşımı zaman içinde hiç değişmez mi? Biz hayatımızın yeni dönemlerini, yeni ihtiyaçlarımızı nasıl fark edebiliriz? Bunlara nasıl adapte olabiliriz?    Bedensel ve zihinsel ihtiyaçları derinden değişse bile yüzeyde bazen kişi ne denli değiştiğini anlayamayabiliyor, çok üzücü değil mi bu? Kendimiz ile ilgili ilk öğrendiklerimiz neyse sıkı sıkıya o ‘bilgi’ye sarılıyoruz. Bundan özgürleşmemiz gerekli!    Bedenen, manevi açıdan, bazen derinlerde bir yerlerde değişiyoruz, değişiyoruz, değişiyoruz. Bu değişimleri fark edebilmek, bu değişimlere tanıklık edebilmek, bu değişimleri gerçek anlamda ‘deneyimleyebilmek’ için yavaşlamak, içten, şefkatli, meraklı bir farkındalıkla kendimizle bağ kurmamız gerekiyor. 
Banntan Canlı - Ev, Hayat, Ruh Halleri · Farkındalık Çarkı Meditasyonu
 

Yoga ve meditasyon, yavaşlama pratikleri yapmak için çok zevkli, etkili ve şefkatli iki yöntem. 

  Pek çok yoga stili var, benim yolum, beni yin yogaya götürdü. Yin yoga ise meditasyona… Ashtanga, vinyasa yaptığım dönemler benim için ısınma turlarıymış, belki bu stillerde çalışmaya devam etseydim gene aynı noktaya gelecektim. Şimdi anlıyorum ki dinamik stillerde yogayı içe dönmek için bir araç gibi değil de dışarıya göstermem ve kendimi ispat etmem gereken bir performans ödevi gibi görmüşüm. Bunda stillerin bir suçu yok, aslında benim de suçum yok, cebimdeki ezberlerle ancak böyle davranabilmişim. Dediğim gibi benim yolum yin yogaymış. Sanırım hayatınızın ilk 18 senesi sessiz, sakin, dingin bir biçimde geçtiğinde hamurunuzda kabul etmek istemeseniz de bu ‘haller’ oluyor. Projeksiyon makinanızda yeni bir film görmek isterken, arkanızda bırakmak istediklerinizi görüyorsunuz.    Şimdi dönüp kendime baktığımda benim itirazım bu hamurmuş. Bu hamuru kabul etmemek için yüzümü hep dış dünyaya dönmüşüm.  Oysa hamurumu kabul ettiğimde dış dünyaya uyumlanmak daha rahat, kolay ve kendiliğinden oldu.  

Yoga ve meditasyon benim için kendi filmimi görebildiğim bir projeksiyon makinesi.

Kendi yoga stilimi bulduktan sonra hayatıma meditasyon girdi. Ne yalan söyleyeyim meditasyon yapma motivasyonum hiçbir zaman ‘mutlu, huzurlu olmak’ olmadı, kendimi kabul etme ihtiyacı ile oturdum meditasyona hep.    Hani diyoruz ya “Ben gözlerimi kapatamam, çok sıkılırım, ne zaman meditasyon yapsam aklıma hep çok endişe verici sorunlarım geliyor, zihnim çok yoğun bu yüzden meditasyon yapamıyorum.” İşte tam da bu sebeplerden dolayı meditasyon yapıyorum. Gelsin ki o hallerim, benim için görünür olsunlar ki, bileyim kimim ben?  Zihnimde, bedenimde neler taşıyorum, neler birikmiş.  Yoksa tedavülden çoktan kalkmış bilgilerle kendimi tarif etmeye devam ederim. Ve bazen de tüm bunların dışında, aniden hiç beklemediğimiz anlık huzur, mutluluk dolduruyor içimi, evet meditasyon yaparken…   Başa dönüyorum Bora Ercan’ın sorusuna; Ve evet, yoga ve meditasyon işe yarıyor.      

Çağla Güngör

YogaBizz

Bloga dön